6 Mart 2012 Salı

LâL Mekân

gecesiyahî yalnızlığında; yokluğun
düş kırıkları, paramparça.
sersefil düşünceler serkeş; avâre
her dem karanlığın kuytusunda ırâk!..

bir şehir artık nasıl ölüyorsa(!)
can çekişirken de öylesine canhıraştır.
ki, feryatların yankısında muzdarîb
çilekeş bir adamdır yorgun, garîb...
 
bir şehir her gün yeditepesiyle intihar senfosinin buruk notalarını çalıyor. belki duymuyorsun / ya da bir şehir sokak sokak nasıl can çekişir / bilmiyorsun...


şimdi yüreğim darağacında bir mülteci / ya da esirdir adını anmayan şehirlerin kaçkını. yoksa bir sevda adı yazılmamış / ve varsa bir sevda içinde adın barınmamış; yakılacak birkaç şiir ve bir şair vardır, yorgun, adı anılmamış...

LâL mekan; sükût,
   ve münzevi bir yıldızdır.
      ya da şiir;
         yazılmadı(!),
            LâL...


LâL mekânda soyuttur var'lık(!) ki; onun için bastığın yerler ayak izlerine muhtaç / ve tutsak bir yok'luğun çanları çalarken, sükûtun girtabında yok olup gidiyor adın'çin yazdığım bütün şiirler. gözlerin diyorum / yok'lar... ellerim; öylesine titriyorlar ve sen adını yalanlarla boyamış bu şehirde bir o kadar LâL Mekân, bir o kadar hiç kimse'sin / ki; yazık, bilmiyorsun...

kaçkınıyım bu şehrin; gecelerinde
sayıklarken adını bir hüzün.
Lâl Mekânda soyutlaşıyor bütün herşey.
artık mülteci bir yalnızlıktır şair;
sükûtun girdabında kaybolmuş,
birkaç şiirdir,
   / yakabilirsiniz...
ellerim öylesine titrek,
gözlerim öylesine gözlerinsiz
bir LâL Mekânı seyrederken,
bütün düşlerini kaybetmiş,
serkeş bir kaldırımsa başkoyduğum,
varsın herşey bir yalân olsun.
bir şehir yedi tepesiyle;
intihar senfosinin notalarını çalarken,
içine karışmamış bir adım olsun;
yorgun,
          serkeş,
                    LâL Mekân...
 

 
18ekim2005
mustafa nazif

gece yazıtları

[1]

... gece'ye...

[Gönül ne kahve ister ne kahvehane
Gönül dost ister, kahve bahane.......]

'öyle' bir gündü, belki de 'öylesine'ydi... yedi günden biri miydi, yoksa yedi gün'ün de bütün anlamlar
ını hiçe sayan bambaşka bir gün'müydü... bu şehre bütün anlamını veren ve günlerin bütün anlamlarının dışına bir kurşun hızıyla çıkartan neydi... Oysa ki bu şehir hep o âsi-tâne'ydi ve günler hep o bildik günlerdi...

ama farklılaştıran birşeyler vardı herşeyi... nefes alışlarımın rengi bile farklı vuruyorda tuvale... hiç bir rengim bir diğerine benzemiyordu... 'dostum diyordum sana bütün isimlerinden önce'... güne başladığım ismini yazıyordum her soluk bastığım adımlarıma....

ilk merhaba'dan bugüne kadar ne değişti diye soruyorum kendime... çok şey değişti... ama bir şey hiç değişmedi;

'dostumdun sen benim....'

bir şiir tell(i)eniyor dudaklarımda.....

Sen dostumdun benim gülünce güneşler açan
Bulutlara rüzgara asarım suretini her akşam
Her akşam bir mektup yazarım dağlar kadar
Meşeler göğermiş diyorsun, varsın göğersin
Anlamını yitiren bir şeyler mi var şimdilerde
Yazdığım şiirlere yabancıyım, sokaklara yabancıyım
Taşı delemiyor bir çığlık ve apansız
Su oluyorum ipince, kendime sızıyorum
Dünya yetmiyor bazan, bırakıp gidebilir miyim?
Kuşları ürkütülmüş bir dal gibiydin, öylesine mahzun!
Efkar da yakışırdı sana, ilk kadeh kekik kokardı
Unutalım mı şimdi kente indiğimiz o ilk günü
Sabahlara kadar okuduğumuz o kitapları
Sabahlara kadar düşüncelerimizde yaşattığımız hayallerimizi
Kar aydınlığında yürüdüğümüz o yolları
Sen dostumdun benim gülünce güneşler açan
Bulutlara rüzgara asarım suretini her akşam
Her akşam mektup yazarım dağlar kadar
Kayıp bir adresten geliyor sesin şimdi, üşüyorsun

'Unutma dostumsun sen, nered
eysen orda ölmek isterim!'


... sevgi'yle...
...
 

[2]

yâr deyince kalem elden dü
şmüyorsa yâr değildir... yâr'dır ki, ölüme de götürür, yaşamın sırrını da verir titrek avuçlarında... yâr odur ki, ölür yaşamak için ve yaşar uğruna ölmek için....

oysa ki böyleydi sevda,
çekilen bir kılıçtı kınından
veya suya yazılan bir yazı
ötelere giden bir yol....

yol'suz kaldık şimdi... çulsuzuz bu sevdadan yana... adımız sanımız okunmuyor şiirlere düşülen ezik bükük mısralarda... ya biz yoktuk, ya da biz hiç yazılmadık ve bir o kadar tanınmadık....

o kadar tanınmıyorduk işte... bütün kalabalıkların habersiz'liklerinin yabancı bakışları üzerimizde... gözüme bakıyorsun bilinmedik bir mekânda, en bilindik çekingenliğinle, bakma diyorsun.... öylesine bakılmadık bir sevdadayız şimdi...

tellendirilmiş bir sigarayı titretiyor parmakların... bir de hüznün tellerini vuruyor gece yarılarında... ya ben'i düşünüyorsun, ya da ben'sizliği diyorum.. bıçağın her iki yüzü de keskin artık.. ne tarafa çevirsen bir yanını kesiyor buz kesmiş ben'li ve ben'siz yalnızlığın.. gece'yim diyorsun, kaybolup gidiyorsun dipsiz karanlıklarında.. uzatıyorum elimi, çekip çıkarmak istiyorum.. beni de kanatıyor yalnızlığın.. ya gel artık 'yalnız' benimle ol veya 'yalnız' kal ben'imle ol... bıçağın iki yüzüdür bu işte; yalnızlığın bir garip terennümü.. ve bir gölgedir artık bıçağın iki yüzü her lâhzâ adım adım peşinde yürüyen.....

... 


[3]
bazı insanlar şanslı doğarlar.. hani öyle çok büyük şans'lı doğmalardan bahsetmiyorum..kuş tüyü yataklarda doğup, kuş sütüyle beslenmeler hikâye'den terâne.. masal müdâvimi konular bunlar...

daha küçük şeyler söylediğim; örneğin bir kumbara veya kumbaranı saklayabileceğin bir yerler.. hatta kumbaranı unutmak kadar küçüklüğe dair ufak ve mutlu ayrıntılar...

bir kumbaram hiç olmadı... daha doğrusu kumbarayı olabilecek en işlevsel veya olmayabilecek en düşük işlevsel haliyle bile kullanacak durumum hiç olmadı:)... hatırladığım tek şey, bir kaza, bir uçurtma ve bir sürü yara...

keşke bir zamanlar koyduğum ve yerini unuttuğum bir kumbaram olsaydı.. keşke cebimde kırık dökük hüzünler olmasaydı hiç.. keşke, keşke demeseydim... ama bir 'keşke mağduru' yum ben....

şimdi büyüdük... hatta 'amca' diye sesleniyorlar... ama içimde hala sokaklara çıkıp çelik çomak oynamak isteyen bir çocuk var... parmaklıklar arkasına sıkışmış... belki de ben, hiç yazmadım... O yazdı... ve o yazıyor...

sen kumbara diyorsun, bir küçük çocuk bakıyor sana(...)

hüzünlü ve bir o kadar 'yarım'..... 
 

[4]

'A
şkın ilk soluğu mantığın son soluğudur' Antoine Bret

yine sensizlik çöktü bu şehrin sokaklarına.. nereye gitsem sen'sizlik, nereye baksam sensizliğin kol geziyor köşabaşlarında bu şehrin.. başımı alıp gidesim geliyor.. âh'lar çekiyorum yüreğimden, duymuyorsun..

ömür böyle geçip gidiyor, ve sonuna yaklaşıyorum ömrün.. yirmi iki temmuz iki bin dört.. oysa dün gibiydi çocukluğum; çok şey hatırlamasam da, çocuktum işte.. ama şimdi; sen'siz bir hayatın dingin, yorgun ve sessiz telaşındayım, duymuyorsun..
sen belki de hiç olmadın.. belki de hiç olmak istedin.. belki en az bu şehir kadar bilinmez ve keşmekeş olmak istedin.. bir isim yetmedi, bütün isimlerle seslendim sana.. hangi isminle çağırsam, dönüp bakmadı yorgun yüzün.. bu şehirde, böylesine sensizliğin uçurumlarında haykırışlarım kol geziyor, duymuyorsun..

melankolik diyorlar bana, suçlamıyorum onları çünkü seni bilmiyorlar.. 'aşk' diyorum, 'ilahi' diyorum ve belki de varılacak son nokta diyorum, anlamıyorlar.. bir titrek kemanın esiri oldum şu an.. insan sesinin en ayne'l-yakîn hâli derler.. bir damla gözyaşı, bir ilâhî aşk, varılacak son nokta ve titrek bir keman sesi.. kısaca sen ve senin hatırlattıkların, anlamıyorsun..

artık mantığın öldüğü bir yerdeyim, son soluklarını çoktan verdi, bir 'gece' kollarımda can verdiği an.. habersizdin ve belki yine kimsesizdin veya kimsesiz olduğunu zannediyordun.. belki de bütün 'çekingenliğinle', bütün 'tutukluğunla', bütün 'saygınla' susuyor... susuyor... ve kaçıyordun... kaçak bir sevdadasın, belki bir daha dönmeyeceksin.. hiç bir liman vermeyecek seni, hiç bir rüzgar kokun dolmayacak..

ama olsun,

ben mantığın bittiği yerdeyim, sense kaçak.....



[5]

Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
                                             Sezai karakoç

öyle bir kurşun ki atıldı yıllar önce ve hiç bir zaman hedefine hiç bir zaman yaklaşmayacak belki de.. atılan kurşun, söylenmiş sözler ve kınından çekilmiş bir kılıç... farkı yok hiç birinin birbirinden.. hepsi de birbirinden keskin ve sonsuz...

kahve'miz hep bahaneydi oysa.. var-yok, hep-hiç arasında gidip gelirken bir şeylerin tükendiğinin hiç farkına varmadık.. ne zamanı durdurabiliyorduk, ne de zaman hatrımıza bir saniye geri kalıyordu.. şimdi ağarmış saçlarım ve kırlaşmış sakallarım var.. artık dostlarımın 'abi'si oldum ve 'amca' ve yakında, 'iyi adamdı' diyecekler belki de.. yani maziye karışacağım.. belki birkaç antolojide silik bir adım kalacak geride ve anıların kirlenmiş, tozlanmış raflarında..

bir şeyleri hep erteledik.. bütün suç kaderde dedik.. ah bu kader.. ah.. oysa ki mimarıydık kader'in.. ve herşeyi biz yaptık.. biz......

yazacak çok şey var belki.. ama bazen susmayı da bilmek gerek..

artık, 'sükûtun nabzının attığı yerdeyim...'

...

 


[6]

"insan kalbindeki gerçek aşk, dört nala giden bir attır,
ne dizginden anlar, ne laf dinler. (Kung-fu Tzu)"

şimdi ey kalbim, kendini dağlara vur.. bütün bilinmezlikler seni beklemekte.. her köşebaşında hiç kimse'sizliğin kol gezmekte gece yarıları.. karanlıktan korkmak yakışmaz sana; öyle ki çok seversin.. bir mum titrer alevinde, bir damla gözyaşı düşer kor gecelere...

şimdi ey kalbim, unut bütün yazdıklarını.. dört nala bir at koşuyor bozkırlarında.. kim'i kim bilir ki?.. kim'i kim sever?.. hadi ey kalbim.. "hiç kim'seyi" haykır bütün suskularında.. artık ne gem vurabilirsin, ne de korkarsın sonu gelmeyen bozkırların karanlıklarında...

şimdi ey kalbim, yak bütün şiirleri.. en hiç kimse'siz aşkın olsun manastırın.. bir helloise'e kurban et bütün gelmişini geçmişini.. gelirse bir gün bütün hiç kimse'sizliğiyle, bir âb-ı hayat olup aksın damarlarında isminin bütün aşk hecesi...

şimdi ey kalbim,
bir ilahi aşk'a kurbân et kendini..
kabul et ondan gelen ne varsa...
varsın olsun,
hiç kimse'sizliğiyle avun.
ya da,
varsın olmasın
bütün bozkırlar senin nasıl olsa...

hadi ey kalbim;
haykır bütün susku'larını..
bir aşk için ölmeyeceksen eğer,
yaşamak nedir diye sorma.
olsun varsın,
bütün avuntum hiç kimse'sizliğin.
ya da olmasın,
hep var'sın...


 


[7]

sigara şairin altıncı parmağı gibidir derler.... ve "Neden olmasın, yeni yakılan bir sigarayla da anlatılabilir şiir" E.Cansever...

bir çay, bir sigara... dalıp gidiyorum...

ilk ve son kez bir kış günü görmüştüm... ve son'un ardından bir yaz başlangıcında... hiç değişmemiştin... yine aynı bakışların altına saklamıştın bütün hüzünlerini... bense yine aynı ben... bir çay, bir sigara... bir şair.... ve baştan ayağa "gece..."

bugün serzeniyorum... evet; yalnızlığımdan ilk defa bu kadar çok şikayet ediyorum... boş bir telefon hafızası, anlamsız bir kalabalık ve terkedilmiş bu şehir... hangi sokağından medet umabilirim artık?...

bugün serzeniyorum... birazdan sokakları arşınlayacağım yine... ayaklarım isyan edecek âsî rûhuma... direyeceğim.... yürünmemiş hiç bir yol kalmayacak sanıyorum hayatımda... bilirsin; yol ve yolcu'luklara dairdir "kara"lamışlıklarım veya "gece"lemişliklerim.... belki onun için en çok sen anla istedim.... ama, "gece" de gidermiş... o da yenilirmiş bir gündoğumu'na......

bir çay... bir sigara... bir serzeniş... ve bir şair.....

dalıp gidiyorum "gece"ye...

 
  

[8]

hayat mı?...

biçilmiş rollerin toplamı diye tabir ederim.. her rolün ayrı bir repliği ve büründüğü renk vardır... Spinoza; "insan doğarken köle doğar" der.. bu bağlamda, bir "özgürlük"ten söz etmek mümkün olmayacaktır.. ve üstlendiğimiz her rolle beraber bazen bir anne, bazen bir baba, bazen bir dost, bazen bir arkadaş ve hatta bazen bir "hiç kimse" olarak çıkarız insanların karşısına... bazen de bütün bunların tplamından sıyrılmak istersin, hatta "hiç kimse" bile olmak istemezsin... ruhunun yorulduğu an'dır bu..... fakat mümkün değildir sıyrılmak... kaç kaçabilirsen... artık bir gölgedir peşinden sürüklenip gelen...

belki de kaçıyorum,
       kim bilir;
gölgemin, ne kadar
karanlık olduğunu.
söyle bana isli lamba;
       kim'im ben?..
nedir üstüme çöken karanlıklar,
gölgeme inat....

hayat mı?..

hikâyesi zor... ama bendeki en büyük anlamı;

Ser-Ze-Niş...

çocukluk mu?... ben hiç büyümedim ki...

büyüdük mü yoksa?... ben hiç küçülmedim ki....

 


[9]

[ yûsuf'a - züleyhâ'ya - kimse ve hiç kimse'ye dair... ]

denir ki; "... gül filizlendiği itibaren güneşe âşıktır; güneş her ne kadar ayın şavkına kapılıp gülü unutsa da, gül asla güneşini unutmaz...". anonim

ve derim ki;
oysa ki gül; bülbülüne âşıktır.
yâkub'un yusuf'a olan aşkı gibi...
ve hep o'na kanar, kanar, kanar...
tâ ki yanar aşkından,
gözü görmez olur artık....
yusuf, yusuf, ey yûsuf!
gel de dindir gönül yaramı,
gözlerim görmese de olur! / m.n.
öyle bir aşk ki züleyhâyı derinden yaralayan ve parmaklarını kesen; öyle bir aşk ki, zindanlara düşüren ve mısırı yerinden sallayan ve dizlerinin dibinde gözyaşları içinde çöktüren!.... aşk bu yûsuf; hasretinden dağlar yürekleri, görmez olur gözleri hasret-i yâkubun... yüzüne secde ederken güneş ve ay; en büyük ihanetleri görürsün kardeş dediğinden(!)...
âh yûsuf; işte gömleğinden bir parça yüzümü sürdüğüm; gel de dindir hasret-i yâremi. mısır'ı kul eylemişsin kendine ey güneş'in ve ay'ın efendisi! aşk-ı âbınım; nasıl ki züleyhanın parmaklarını kesmişse bu müzmîn aşk; benim de yüreğimi işte öyle dağlar yûsuf, yûsuf... âh yûsuf........... gel de dindir acımı, kör olmuşsa da gözlerim aşkından; ölmeden bir kere olsun görem.....
 
 


-X-
(h)içsel senfoni…

-I-
... ve yoksun: mevsimsiz bir kışın en ücrâ köşesinde, üşüyorum... ve belki de; / ya da hiç olmadın, bir illüzyondu sen'li ya da sen'siz yaşamak... ismini söylemeyen şarkıların mahkumu, bir garip güftekâr'ım  / bütün isimler sen'(in)di, ya da kendimi kandırıyorum: /  belki de hiç ismin olmadı... üç nokta ile başlıyor her cümlem ya da öyle bitiyor: / belki de öyle bitmeli, öylesine sonsuz, öylesine sen'siz...

-II-
... yaşanmamış bir zamanda, söylenmemiş kalburüstü sözler / ya da sümenaltı ettiğim fakîr cümleler.. ya sen'li / ya da sensiz öylesine söylenmiş: bir keman çağıltısını andıran, belki de ağlamaklı bir ses'ti kulaklarımda çınlayan... âh, yok'sun (um), gel(e)medim / belki de hiç çağır(a)madın...

-III-
... bir kısır döngüydü yaşamak, ne yana dönsen kalabalığa çarpan bir yanın ve yine ne yana dönsen kalabalıklar içinde sana çarpan diğer yanın: "yalnızlık"... adını koymuyordum hiçbir şeyin veya öyle bir şeyin belki de öyle bir şey hiç yok'tu / var'saydık, kandırdık... kandırıldık... belki de hep o bir şey'di peşinden öylesine sürükleyen ve öylesine kandıran... âh dünya... belki de öyle bir şey'sin sen....

-IV-
... üç noktalarım: sükûtun aynası belki de... ya da bir kuyu öylesine dipsiz ve de karanlık... bir atış yürekte veya bir bakış, gözün en bebeklerinde... ve bütün bunlar; üç noktadan dışarı taşanlar / belki de oyundan atılmış bir çocuk gibi öylesine mahzun, öylesine küskün, öylesine sürgün...

-V-
... hayal kırıklıkları(m), öylesine bıkkın, öylesine yorgun ve öylesine tuz-buz!.. kim temizler yüreğime batan cam kırıklıklarını / söyle... dost(umsu) mu? can(ımsı) mı?... ey hay'ât; attım gitti seni / ve sen uçurumdan aşağı; yuvarlanırken ben başım önümde, çekip gideceğim, arkama bile bakmadan... / artık bütün bilinmez'likler ben'im...

-VI-
... bitmeyen şiir var mıdır?... ya da hiç duyulmamış ses?.. ya suret'ini kaybetmiş ayna?.. hep doğru sorular vardı oysa, öylesine cevaplarını kaybetmiş... öyle'sine aklıma gelenlerle ve bir senfoni'nin deşifresi: sus artık!.. yorgunum, sen beni de bekleme kaptan... seyir defteri mi? / belki de çoktan kapandı / veya belki de seyir defteri hiç olmadı...

-VII-
... mevsimlerin hicrana büründüğü yok-sun(!)'lukların her zerresinde adım adım büyürken yalnızlığım,  korkuyorum... ve belki de ilk kez bu kadar karanlığa karışmaktan korkuyor, üzerimden sıyırıp atmak istiyorum bütün girift karanlıkları... (artık) gidiyorum; bütün yok-sun(!)luk'lar peşimsıra. şehirler yıkılıyor ardımdan, bütün tabelelar en keşmekeş hallerine bürünürken, bütün şehir yıkılıyor, ben ağlıyorum.

-VIII-
... aşk; adını anıyorum, ya da anımsıyorum. eşyanın her zerresi barındırırken içinde derin bir hüznü; ben sana gülüyorum, sen görmüyorsun.

-IX-
... görmüyorsun / ve gelmiyorsun; artık bütün -gel ile başlayan cümlelerimin hepsinin boynu bükük ve bir şair yüzünü hangi yana dönse sen-siz'liğin aşk yanı değmekte. yok-sun; işte böyle adın kazınmış gecelerden bî-haber; (belki de) anlamıyorsun.

-X-
... kim bilir kaç "bahar" bekledin "o" gelecek diye; son-bahar'lar ardına eklerken bütün son'larını,; hep bir şeyler kanarken değil mevsimler bütün şehirler adını anıyordu; sen bilmiyordun.




mustafa nazif

gidiyorsun

susuyorsun;
bütün şehir susuyor...
biliyorum gideceksin;
korkuyorum,
bütün şehir gidecek...

arkandan bakan sokaklar;
çıkmazlarına çıkmaz eklerken,
bir ben gözü yaşlı,
bir ben terkedip giden şehirsiz,
ölebilirim...

kaç mevsim hazandır, kalbim;
yorgun düştü nicedir, şair;
nisyan üzre şiir yazmaktadır.
haydi; yeniden doğda gel,
mısraların bayramına...

sustururken sen;
arkandan bakan sokaklar
bir garip türküyü söylerken,
bir nakarat da benden olsun;
                     / gidiyorsun...





mustafa nazif
 

şey'e ve her şey'e

devşirme hüzünler biriktiriyorum.
sol yanımda:
bir güvercin kanadına yüklediğim
bütün umutlarım
gecenin karanlığında yol alıyor,
usul ve ürkek...

dostun gözlerine yansıyan
bir hiçim belki de
ve sonsuzluğa karışan bir adım
gölge-siz,
yok'sun...

bir ayrılık sarmalında;
göçebe kavuşmalarımız sürgün.
hey-hat; ki yorgun
adımlarımız zamana karışmış,
ah; bir de, "gel" desen...

bir sesin var zamanı kurcalayan;
bir o kadar delik deşin eden.
zaman bütün kötü niyetlerini kusarken
ayak diremek belki de; yaşamak:
"şey'e ve herşey'e inat"....


 

9 mayıs 2005 - Enkara 
mustafa nazif

kör-ebe

               -yine, yeniden hiç kimseye-

bir garip rüyaya yatıyorum, hayat:
-ya da- bir karmaşa
serkeş ruhum yollara tutkun,
her an kaybolabilirim...

bir şarkı söyle bana:
içine gülen yüzünü de koy.
gözyaşlarım damlarken gözümden;
yüzümü silen bir el de sen ol...

ölebilirim: bir nefes ol;
son yolculuğun adımlarını solurken,
gözlerini gözlerimden ayırma,
son bir kez bakabilirim...

varlığının değil; bugün
yokluğunun otuzüçüncü yıldönümü.
hayatın bütün şerefsizliğine rağmen,
bir mey de senin için olsun: şerefe!...

farzediyorum ki; bir oyun oynadık
çocukluktan kalma körebe; oysa ki,
ben hep ebe'si oldum hayatın;
sense kör'ü...

bir garip rüyaya yatıyorum, hadi
bir şarkı söyle bana.
ölebilirim; bir nefes ol.
çanlar, yokluğuna çan'larken,
farzedelim, bir oyun oynadık;
kör-ebe...


 
 
14mayıs05-ankara
mustafa nazif

zamana dair

toprak rengi uykular;
bakıra dönüşmüyor,
belki de en çok;
   / şikayetçiyim(!)
ağarmayan sabahlardan yana.
dualar;
delmiyorsa gökleri.
boz bir at şahlanmıyorsa
engin kırlarda.
hatırla ki;
an'ların durduğu vakittir...

* * *

sevdalar adını, adımı /veya adlarını
arıyor mevsimini kaybetmiş,
hicranlı yüreklerde.
varoluş(!)
   / çaresizlik girdabı
ayrılık(!)
   / belki de,
acı çekme vakti...

* * *

dar gelir bu beden;
iki metre kefene.
yaşamak; kefenden de dar
ve belki de;
öylesine nâr(!)
yak gitsin geride kalan ne varsa;
yaşamdan çaldığım bir kaç dakika,
bütün ömrümden,
tek arta kalan...

* * *

toprak rengi uykuların,
bakıra dönüşmediği yerde.
toprak rengi uykuların
bakıra dönüşmediği mekanlarda.
kaç mevsim son-bahar,
kaç mevsim adını yitirmiş.
zaman bilgelik zamanı;
varsın bu mevsim de sonbahar olmasın,
çaresizlik girdabında; adımız
  / belki de
acının tâ kendisi....


10ekim05
mustafa nazif

istanbul gibisin

zaman, terkedilmiş bir harâbe;
yıkılmaya yüz tutan bir arz-ı endâm.
unutulmaya yüz tutmuş solgun bir umut,
kaçtıkça kovalayan acımasız, sefîl mâzi...

şimdi körkütük sarhoş, muamma bir yokuş
hangi adrese kıvrılıp gidecektir, meçhul.
gel de gör kör gözlerinle, şafak vakti;
bir yolculuk nasıl da haykırıyor, bak!..

yollar; üzerine söylenirken bütün türküler, aşkın birkaç adını sayıklıyor... var diye başlarken cümleler bir şafak vakti nasıl da yok'lara karışıyor... sefil aynalı bir dolaba sıkıştırılmış birkaç eşyadır o an en az benim kadar yorgun. zaman iyi niyetlerimi kurban ederken vakitli vakitsiz; ben gecenin kör karanlığına kalemimi saplıyorum, sen uyuyorsun...

aşk; adını koymadığım bir hüzündür sende.
zamana karşı koyan, bir o kadar yorgun.
bir bakışın için hayatını fedâ ederken,
geriye dönüp bakmayan bir yaşlı göz, benim!..

oysa ki ben aşk derken; yüzüme
dönüp bakmayan bir yüz senin.
düşlerim kaç hecedir adını yazarken,
bir kez olsun okumayan, istanbul gibisin...

terketmek lazım bu şehri; ki yüz vermiyorsa, bütün terkedilmişliklerin sonucuna katlanmak lâzım... madem ki aşk yok, o zaman yaşamak için belki de ölmek lazım / ya da madem ki aşk var, uğruna ölmek için belki de yaşamak lâzım... sersefîl bir durumun olması muhtemel en girift / veya yusufun kuyusundaki hâlet-i rûhiyenin en âyân beyân halidir bu... ben sana yusuf diyorum, (oysa ki) sen kuyu nedir bilmiyorsun!..

varsaydığım bir yolculuk(-tu) aşk;
sönmüş şehir ışıkları arkasında bir silüet.
kaldırımların tâk sesine kitlenirken rûh,
can çekişir her zerresinde bin umut...

böyle bir akşamdadır hep nedense
çilekeş bir yolculuğun müzmin sevdalısı.
nâr içinde yâr derken bîzâr,
istanbul ağlıyor, sen hiç bilmiyorsun!..

umursamıyor belki de istanbul; gece yarısı sönen ışıklarının ardına gizlerken bütün insancıklarını, bütün köşebaşlarına silüetlerini salıyor... ve yine umursamazdır istanbul, ne yolculukları ne de yolculuklarımı... bir de o hiç adını koymadığım, aşklarımı...

istanbul kaldırımlarını tâk'larken umutlar rûh nasıl da can çekişir bir haldedir; zannediyorum ki her akşam aynı akşam ve her aynı akşamın kör karanlığa karışan saatlerinde; ben ölüyorum, sen hiç doğmuyorsun...


26ekim05
mustafa nazif